“Türk Nikon Konuk Fotoğrafçı” serimiz ile sizlere birbirinden değerli fotoğrafçıları tanıştırmaya devam ediyoruz. Yazımızın başlığından da anlayacağınız gibi bugünkü konuğumuz analog makine kullanıcısı. Teknolojinin her geçen gün yetişemediğimiz kadar hızlı ilerlemesi dolayısıyla bizleri sürekli bir tüketime itmesi analog makineler ve onlardan alınan keyifleri zaman zaman unutturuyor. Hasan Bağcı bizlere unuttuklarımızı güzel anlatımı ve birbirinden güzel aynı zamanda büyük emek vererek çektiği fotoğraflarıyla hatırlatıyor olacak. Lafı çok fazla uzatmadan öncelikle kendi anlatımıyla Hasan Bağcı‘yı tanıyor ve güzel kareleriyle sizleri başbaşa bırakıyoruz.
1975 yılında Almanya’ da doğdum. Evli ve bir kız babasıyım. İlkokula Tekirdağ’ da başladım. İlkokul, ortaokul ve liseyi İstanbul’ da tamamladım. Madem ilkokula Tekirdağ’ da başladım, jübileyi de orada yapayım diyerek Trakya Üniversitesi’ nin yolunu tuttum. İlkokuldan itibaren müzik ile uğraşmaya başladım. Üniversite de tiyatro grubumuz vardı. Sonra da fotoğrafa zıpladım. Şöyle bir baktım da sanatla baya bir teşrik-i mesaim olmuş 🙂
İlk makinem Nikon FM2 idi, o yüzden Nikon’ un yeri bende ayrıdır. Fotoğrafa ilgim her zaman vardı ama ciddi olarak ilgilenmek istediğimi galiba 2007 yılında fark ettim. En az 1 yıl boyunca internette bir sürü doküman okudum, çeşitli ders notları indirdim. Makinem olmadan neredeyse teknik olarak her şeyi öğrenmiştim. İş artık pratiğe kalmıştı ve artık dükkanlara bakmaya başladım. Yıl artık 2008 idi, ben kesin olarak Nikoncuydum ve D80 alacaktım. O zaman yeni başlayanlara D40, biraz bir şey bilenlere D80 önerilirdi, D200 ise efsaneydi ve acemilere göre değildi. Uzun süre dükkanlara girdim çıktım, fakat nedense makineyi almaya karar veremiyordum, sanki içime sinmeyen bir şeyler vardı ve içime neyin sinmediğinin bir dükkanın vitrininde FM2’ yi görünce anladım. Ben aslında analog bir makine istiyordum. FM2’ yi alarak fotoğraf serüvenime resmen başladım.
Fotoğrafla ilgili hiçbir eğitim almadım. Çekmeyi ve banyo yapmayı internetten bulduğum dökümanlar ile öğrendim. Bu zamanda fotoğrafa analog ile başladım ve hala öyle devam ediyorum. Bundan da son derece memnunum.
Fotoğrafta belirli bir tarzım var, sürekli insan çekiyorum. Ara Güler’ den, Henri Bresson’ dan, ve Magnum tayfasından çok etkilendim, bakıyorum da fotojurnalist olup çıkmışım. Kurgu fotoğrafları sevmiyorum. Fotoğrafın gerçekleri yansıtması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ancak o zaman benim için değerli oluyor. Kurgu bir fotoğraf ne kadar güzel olursa olsun, beni heyecanlandırmıyor.
İlk başlarda renkli film alıyordum ve fotoğrafçılara yıkatıyordum, galiba 5-6 ay böyle idare ettim. O zamanlardan en beğendiğim fotoğrafımı Eyüp Sultan Camii’ nde çektim.
Tabi analog fotoğraf ile uğraşmak çok kısa bir süre sonra Siyah Beyaz filme yöneltti beni. Çünkü analog çekmek kadar onun banyosunu yapman, ıslak makarayı askıya asıp seyretmek de apayrı bir zevk. Ve de beğendiğim, dünyaca meşhur olmuş, aklımda kalan bütün fotoğraflar da siyah beyaz fotoğraflar. O yüzden fazla da oyalanmadan siyah beyaz fotoğrafa geçtim, banyo için gereken malzemeleri Sirkeci’ den temin ettim, orda hemen acelece bir de tarif aldım, nasıl yapılır, nelere dikkat edilir diye. İlk banyomda bir şey çıkmayacak sandım, ama çıktı.
Böylece S&B çekmeye, çektiklerimi banyo etmeye başladım. Burası Ayasofya Camii. Merdivenlerin başlangıcında ışık ve doku çok güzeldi. Ölçüm alıp beklemeye başladım. Tek gereken şey oradan geçecek bir insandı. Fakat geçecek insanın güzel bir leke oluşturması gerekiyordu, o yüzden birkaç kişilik gruplar ya da peş peşe geçen insanların geçişini izledim. Bana lazım olan tek bir kişiydi, biraz bekleyince tam istediğim fotoğrafı çektim. Hatta istediğimden daha güzel bir fotoğraf çektim 🙂
İstiklal Caddesi’ nde içerisi ile dışarısının birbirine karıştığı bir vitrin camı.
FM2 ile fotoğraf çekmek çok güzeldi ama, benim aklım fikrim efsane marka Leica’ daydı. Hala hatırladıkça gülerim; bir gün Sirkeci’ de hep alışveriş yaptığım dükkandan siyah beyaz film almıştım. Kasanın önünde sandalyede oturuyordum. Ödeme falan yapacaktım, birden kapıdan içeri bir adam girdi boynunda Leica M6 vardı. Ben birden ayağa kalktım 🙂 , o kadar yani. Artık ben de M6 kullanıyorum. Leica fark edilmeden fotoğraf çekmek için çok uygun bir makine. Küçük, estetik, sağlam ve kaliteli. O yüzden bütün usta fotoğrafçılar Leica kullanmış. Sessiz ve gösterişsiz hali ile fark edilmez, belki fark edilse bile umursanmaz. Aynasız olduğu için titremez, rangefinder olduğu için pozlarken vizörünüz kararmaz. Vizörün dışını da görürsünüz, bu da doğru anda deklanşöre basmanızda çok büyük etkendir, az ışıkta bile netleme de sıkıntı yaşamazsınız, bu liste uzar da uzar 🙂 Kısacası mükemmeldir. Leica bir kültür ve ben de çok sevdiğim bu kültüre dahil olmanın mutluluğunu yaşıyorum. FM2 ile çok güzel bir setim vardı aslında, 28mm f2,8, 50mm f1,4, 100mm f2,8 ve 200mm f4 Nikkor lenslerim vardı. Leica’ ya geçince 50mm hariç diğerlerini sattım. Fakat üç Nikkor lens, yarım Leica lens parasını anca karşılayınca fotojurnalist olduğum güne lanet ettim:) M6 ile kullandığım üç lensim var, 21mm, 50mm ve çok çok az kullandığım 90mm. Rangefinder de tele kullanılmaz denirdi, doğruymuş.
İstiklal Caddesinin Arka Sokakları… Ben ve Leica M6
Yavuz Sultan Selim Camii.
Prag… Zaten film stüdyosu gibi bir şehir. Ben kasım ayında gitmiştim, hava oldukça soğuktu. Güneşi neredeyse hiç görmedim ama şansım varmış gece bu güzel fotoğrafı çektim.
Fatih/Çarşamba. Sabah güneş doğarken çektim bu fotoğrafı, iyi ki o an orada bulunmuşum. Çok sevdiğim bir fotoğraftır.
Alman Parlamento Binası’ nın cam çatısı. Berlin/Almanya.
Şimdilik negatiflerimi, negatif tarayıcı ile aktarıyorum. Tabi önemli ölçüde bir kalite kaybı oluyordur. Bu kadar güzel bir makineyle çekip, uyduruk tarayıcı ile taramak biraz ironik bir durum sanki, ama ben bunu hiç dert etmiyorum. Bu benim fotoğrafa bakış açımla alakalı bir durum, yani imaj kalitesi benim için önemsiz. Konu güzel olduktan sonra… Robert Capa’ nın çok beğendiğim bir sözü var, “Tekniği kötü fakat sağlam bir konuyu, tekniği iyi fakat zayıf bir konuya tercih ederim” demiş. Çok güzel bir söz, bence fotoğrafla uğraşan herkesin kulağına küpe olmalı.
Bu fotoğraf mesela. Bu amca Eminönü’ nde vapurdan indi. Biraz sohbet ettim. Babası ressammış. Zor bir hayat geçirdiği yüzünden belli oluyordu, sarhoştu da. Fotoğrafı konuşurken çektim, duruşu, arkadaki figür, sığ net alan derinliği ve Galata Köprüsü ile bu fotoğrafım en sevdiklerimden, hatta en sevdiğim diyebilirim. Düşük enstantaneden kaynaklanan titrekliği hiç önemsemiyorum.
Bir anne ve çocuğu.
Sirkeci. Sokak fotoğrafçılığında fotoğrafın çekileceği kritik anı yakalamak önemlidir. Bu pozda ilk kritik an sigaranın yakılışıydı. Ben onu kaçırdım. Ama ölçümümü, odağımı yapıp, beklemeye başladım, ilk nefesi alırken de istediğim fotoğrafı çektim.
Bu fotoğrafımı da çok severim. Balık tutan insanlar, giden transatlantiğe bakıp konuşuyorlardı; “şimdi orada olmak vardı… “
Bir başkadır Eyüp’ te Ramazan. Teyzenin yalnız ve hüzünlü duruşu ile güzel bir tezat. Burada gülen oynayan insanlar olsaydı, bu fotoğrafı çekmezdim.
Samatya.
– Abi bi resmimi çeksene.
– Çekiyorum.
– Hani bakayım nasıl çıktı.
– Maalesef, dijital değil ki, filmli bu.
– Hadi ya, tüh.
Harem Otogarı. Teyze bu abinin annesi zannedersem. Otobüsten indi, sarıldılar. Sonra yolun karşısına sahil tarafına geçtiler, taksi bekliyorlardı. O esnada abi telefonunu çıkarttı ve bir “İSTANBUL HATIЯASI” çektiler. İmkanım olsaydı da bu fotoyu onlara ulaştırabilseydim.
Yine Ayasofya, güzel fotoğraf için bir cennet 🙂
“Saten Eşarplı Bayan”, sevdiğim fotoğraflarımdandır.
Paris’ in Cam Piramidine yürüyen insanlar.
Ulm-Almanya. İnsanlar fotoğrafa dinamizm kazandırıyor. Tabi insanları doğal hallerinde yakalamak lazım, izin alarak falan fotoğraf çekmem. O zaman işin doğallığı kalmıyor zaten. Fazla göze batmadan dolaşırım ve insanları rencide edecek fotoğrafları asla çekmem. Dilenci, evsiz insanlar vs. bunlar çekilecek şeyler değil.
Fotoğraflarımın sade olmasına özen gösteriyorum, konuyla alakası olmayan şeyleri kadrajın dışında bırakabilmeyi öğrendiğimiz zaman güzel fotoğraf çekmeyi de öğrenmiş oluruz bence. Zaten Sabit Kalfagil hoca da kompozisyon isimli kitabında şöyle der “neleri kadraja alacağımız değil, neleri kadrajın dışında bırakacağımızdır önemli olan”.
Berlin Zafer Anıtı. Tabi biz anıtı göremiyoruz. Çünkü konu gereği sırtımızı anıta verdik. Balonlara dikkatli bakarsak anıta benzeyen bir gölgeler görürüz 🙂
Prag’ da bir metro istasyonu.
Cevahir Alışveriş Merkezi.
Kariye Müzesi. Bir sesli rehberi paylaşan iki turist.
Paris.
Galata Köprüsü’ nden gökyüzü.
İstiklal Caddesi, Nevizade. İçelim güzelleşelim konseptli bir fotoğraf 🙂 Bazen fotoğraflara bakıp “bunu ben nasıl çektim” dediğim de oluyor. Vizörden bakınca sanki görünmüyormuşum gibi hissediyorum kendimi ya da vizörden gördüğüm her şeyi kanıksıyorum. Ne olmuş çekmişsem diyorum kendime ve çekiyorum. Oysa ki her an birisi “ne çekiyorsun hemşerim” diyebilir. Adama anlatamazsın ki, “ya abi vallahi düşük enstantane çektim, ablanın yüzü belli olmaz, ne içtiği belli olmaz” filan desende kimse anlamaz. Ama çok şükür bu güne kadar başıma hiç kötü bir olay gelmedi.
Bu da benim kızım, FM2 ona kaldı artık, şu an sadece natürmort takılıyor, ördek, süngerbob falan 🙂 İleride onun da fotoğraf ile uğraşacağına eminim.
Yahudi Anıtı, Berlin.
Haydarpaşa Tren İstasyonu.
Fotoğraf hem bireysel, hem de sosyal bir hobi. Fotoğraf sayesinde güzel arkadaşlıklar kurdum. buluşup fotoğraf çekimleri yapıyoruz. Ama itiraf edeyim beğendiğim fotoğraflarımı hep yalnızken çekmişimdir. Arkadaşlarla buluşmak için fotoğraf sadece bir bahane.
Ara sıra Lomografik çalışmalar da yapıyorum. bu fotoğraf son kullanma tarihini 10 yıl geçmiş bir bozuk dia filmin çapraz banyosu. Bu fotoğrafımı da çok seviyorum. Zaten internet üzerinden yapılan lomografi konulu bir yarışmada birinciliği var 🙂
Dijital fotoğrafçılığa pek ısınamadım açıkçası, orada algıların ister istemez değiştiğini düşünüyorum. Dijital çekiyorsan aydınlık ile karanlık bölgeler arasında 7 zone fark varsa bile gökyüzün patlamamalı, yok Dinamik Range, yok HDR, iso performansı, AF hızı, lensinin keskinliği, menüler, menüler, menüler, ohoooo arkadaş bırak ta bi fotoğraf çekelim zevkle diyesim geliyor dijital makineye 🙂 . Bir de pil biter, kart dolar, hata verir filan falan. Alışveriş merkezlerindeki fotoselli musluk hesabı, ya sigortası atar, ya fotoseli bozulur. Elinde sabunla kalıverirsin. Ama analog musluk öyle mi ya? Çevirirsin akar, çevirirsin kapanır: Hastasıyım analoğun 🙂 Tabi dijital fotoğraf büyük bir devrim. Stüdyo, ürün çekimleri vs için bulunmaz bir nimet. Ama zevk için fotoğraf çekilecekse her zaman analog derim.
Yukarıda da söylediğim gibi dijital makine bir devrim ve artık fotoğrafla ilgilenen herkes de bir tane lazım. O yüzden Nex5n aldım. Çünkü kızım büyüyor ve onun HD görüntüleri de olmalı 🙂 Ama dijitale geçmedim, sadece bir tane de dijital makinem oldu.
İşte bu tür havai fişek filan falan olaylarda diji şart, peş peşe 50 tane fotoğraf çekiyorsun, içinden illaki güzel bişey çıkıyor 🙂
Louvre Müzesi/Paris. Makine kardeşimin Nikon D5000’i. (Ailecek Nikoncuyuz yani 🙂 )
Kabataş Tramvay Durağı.
Feneryolu.
Fotoğraf daha çok ama artık bitirmek lazım galiba, bana bu fırsatı veren Türk Nikon ailesine çok çok teşekkür ediyorum.
Hasan Bağcı’ya konuk fotoğrafçı davetimizi kırmayıp birbirinden güzel fotoğraflarını bizlerle paylaştığı için çok teşekkür ederiz.
n balo
18/12/2012 at 11:46
benim hocamında Lecia sı vardı ve aynı dediğiniz gibi bir tarzı var makinenin. Bende dijitale geçmiş olmama rağmen ilk makinem canon AE-1 in yeri her zaman ayrıdır. Fotoğraflarınızda yalınlık çok güzel…